sinema-müzik vs etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sinema-müzik vs etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Nisan 2008 Pazar

jazz üzerine...

hayat dolu, çocuk ruhlu, olgun, bilge, sanat aşığı, sanatçı, avukat, anne, çılgın bediş, kahkahası duvarları çınlatan, kimseyi incitmeyen, bütün çocukların sevgilisi, durunun züüze teyzesi, annemin kıymetlisi, zühre...
zühre benim canım kuzenim, çocukluğumun rol modeli. sabahlara kadar sohbetlerin, kıkırdamaların, çiğdem çıtlatmaların ve daha birçok suçun tatlı ortağı.
çocukluğumuz kah anneannemlerin bağında, kah akhisar cami sokağıdaki evde, kah bizim yazlıkta birlikte geçti.
bildim bileli muhteşem bir müzik yeteneği vardı, üniversiteye girmeden önce konservatuar için şansını denedi, sonra hukuk okudu, okurken de müzikle ilişkisini hiç kesmedi, avukatken de. o şimdi istanbulda, belki de hayatta en çok istediği şeyi icra ediyor, anneliği...
araya giren mesafeler eski sohbetlerimizi azalttıysa da zühre uzakta yaşayan bir teyze kızı olmaktan çok her zaman ihtiyaç duyduğum bir dost...

Son günlede kitap okurken yada birşeylerle meşgul olurken digiturkun jazz ve blues kanallarına takılmaya başladığımı farkettim. ama anladığımdan değil, sadece hoşuma gittiği için... jazz denen bu engin denizde derinlere kulaç atacağım da hangi kıyısından ayağımı soksam bilemiyorum, işin içinden bir türlü çıkamıyorum. hani jazz-blues işinden anlasa anlasa zühre ablam anlar dedim, küçük bir mail attım derdimi anlattım, "el ver şu cahil kardeşine" deyiverdim.
ben sanatçı veya albüm isimlerinin olduğu bir liste beklerken züzeciim bana mektup yazmış, jazz nasıl anlatılır, yani herhalde böyle anlatılır. mektubun tamamını yazamayacağım da Charles Mingus ile ilgili kısımdan birkaç cümleyi vermeden geçemeyeceğim.
"Benim için kendisi bir insan olmayıp uzaylıdır. Hala müziğini ve armonik yapısını çözmek için üniversitelerde araştırmalar ve onun adına festivaller düzenlenmektedir.Son dönemdeki saksafoncusu Ricky Ford çok samimi arkadaşımdı. Mingus’ u dinlerken kendini uçuyor , dalıyor, pike yapıyor, uzayda , kamikazede yada başka bir yerde hissedebilir ve bu muhteşem duygunun hiçbir zaman bitmemesi için dua eder durursun. Uyuşturucu kullanmadım hiç ama Mingus insanın damarlarından hücrelerine yayılan ve tutku oluşturan bir zehir. Tedavi olamadan bırakılamayacak bir şey .Onun müziğinin kölesi olmak bile bir onur. Bunca cazcı arasında müziğini dinlerken beni bu kadar coşturan, ağlatan, Allah’ın yaratıcılığının bir suretini görmeme sebep olan bu adama aşığım, hayranım, vurgunum, kölesiyim… Onun hakkında saatlerce yazmak istiyorum. Müziğine, hayatına, dönemin ABD politikalarına muhalefetine, muhalefet şekline, kısacası onu Mingus yapan her şeye saygıyla eğiliyorum."
sonra ...
"...Şimdilik bunlarla başlayın. İnan bunları dinlemeye dolayısıyla cazı anlamaya başladığında daha da derinine inmeye çabalayacaksın. O noktada önüne açılacak bir sürü kapı gelecek. Her kapı aralandığında muhteşem hazinelerle karşılaşacaksın. Ucu bucağı olmayan bir deryadır caz. Keşfettikçe bu deryanın sonu olmadığını görecek ve onun bir kölesi olacaksın. Bu uzun yolculukta her ikinize de kolay gelsin der İYİ YOLCULUKLAR dilerimmmmmmm"

Mingusla başladım önce, sonra Bill Evans, Miles Davis, Chet Baker, tabii ki Ella Fitzgerald ile yola devam... Zühre bana hangi kıyılardan balıklama atlarım anlattı, ben şimdi enginlerdeyim, döner miyim bilmiyorum...

13 Nisan 2008 Pazar

iyi kitap, iyi müzik


kitaplara gömülmüyorum, hayattan kopmuyorum ama bu aralar fırsat bulduğum her anı satır aralarında değerlendiriyorum. Portobello Cadısı, en çok okunan kitaplardan biri olduğu için kitaplığıma girdi. Paulo Coelho'nun meşhuuur Simyacısından sonra okuduğum ikinci kitabı. Kaybolmuş bir kadının kendini arayışının öyküsü. Dikkat çeken en önemli ayrıntı, Coelho'nun bir biyografi tarzında değil de, Athena'nın hayatından geçmiş kişilerin gözü ile Athena'nın hayat hikayesini anlatması. Bu farklılık hikayeyi tekdüzelikten kurtarıyor. Athena'nın hayatından kesitler veren bu kişiler, ister istemez objektiflikten uzaklaşıyorlar, kendi bakış açılarını, yorumlarını katıyorlar, böylece Athena'yı çok farklı noktalardan yakalayabiliyorsunuz. Athena gibi kendini arayış yolculuğunda başkaldıranların ve gerçekleri haykıranların hemen her çağda olduğu gibi, günümüzde de nasıl bedeller ödediklerine şahit oluyoruz. Kısacası Portobello Casıdı "Şu gel geç ömrümüzde amacımız mutlu olmaksa, kendimiz olmak adına bazı bedeller ödemeyi göze almalıyız" diyor. Haksız da değil hani!!

Hasta olduğum haftasonu Orçun+Gül+Zeynep+Tufan dörtlüsü Kordona bira içmeye gittiler. Equador diye bir mekanda sohbet edebilmek için dışarıda oturmuşlar ama içede çalan müziğe hasta olmuşlar. Hemen bu haftaya rezervasyon yaptılar.
Akşam 7'de gittik, maç izlendi, yemekle yendi, biralar yuvarlandı. sonunda müzik başladı. Tek kelime ile kalite... Saksafonda Erdoğan'a süper tezahurat yaptık, ne de olsa İlknur'un arkadaşı... Gitar ve vokal de şahaneydi. Kendimizden geçtik diyebilirim. Servis de iyiydi, salsa yapan garsonlar vardı. Zaten bazı akşamlar salsa geceleri düzenleniyormuş. Fiyatlar da müziğin kalitesini hesaba katınca öyle aman aman değil... Kordonda öyle mekanlar var ki, çakkıdı gençliği omuz omuza, gürültüden iki çift laf edilmiyor. hani maksat muhabbetse dışarıda oturulur ama iyi müzik için Equador'a gidiyoruz bundan böyle.

23 Mart 2008 Pazar

"kesin hasta oluyorum" tatili

perşembe... geçen yıldan kalan izinlerimi kullanıyorum, tanrım birgün önceki yoğunluktan sonra ne müthiş huzur... öğleye kadar sadece yayıldım, akşama kadar ilkerle alsancakta kendilerine ayakkabı baktık! kadın ayakkabıları konusunda kitap yazabilecek zevke sahip bu fetiş sahibi insan, kendine ayakkabı bakmaya gelince çuvallıyor. saatlerce arandık, bir dükkana 3 defa girdik ama sonunda aldık. bu bizi bi süre idare eder kanımca. ben ?? aman ne diyosun, önce onun işini bitirelim de ben ne zaman olsa bakarım, zaten kadın ayakkabılarıyla daha fazla ilgilendiğinden şimdiden gözüme kestirdiğim birkaç çift oldu bile. akşam yer cücesine somon balığı hakkında türlü hikayelerle yedirmeyi başadık. Allah baba somonu çocuklar yesin diye yaratmış... kılçıksız.. hem bak pembe pembe... yeliz de hiç sevmezdi ama tadınca çok beğendi... veee... bi dilim somon mideye indi, tarif alındı anneye derhal iletildi. gecenin ilerleyen saatlerinde benim bildik replik sahnedeydi: " ben çok feci hasta oluyorum, first defence lazım!!!" bu yıl hiç hasta olmadım diye böbürleniyordum, hem de etrafımda sürekli hasta olan birileri varken... hep kıyısından döndüm griplerin, first defence, portakal suyu, vitamin, elimden ne geliyorsa yaptım ama buraya kadar mı acaba?

cuma... yer cücesi yoğun yağış altında okula cebrenve hile ile ikna edilerek bırakıldı. öğlen annesiyle agoraya gidildi, küçük hanım kırılmasınlar diye ciciler alındı.
cumartesi... tüm planlar değişti. Rana çalışmadığından bize katılmaktan biz de alsancaka gitmekten vazgeçtik. Gizemle sahilde güzel bir yemek üzerine uzun bir yürüyüş yaptık. sonra market alışverişi ve akşam üzeri yine "hasta oluyorum" sinyalleri... birgün önce ablamla dışarıdayken ilker dreamgirls filmini izlemiş moviemax te. bana geldiğimde birkaç şarkısını dinletmişti, nasıl canım çekti ama annemlere gideceğiz diye izleyemedim dvd den.
hazır ilker henüz şantiyeden dönmemiş ve de hasta olmak üzereyken bari battaniyemi kahvemi alıp dreamgirls izleyeyim dedim. Süper film!! bir müzikalden aradığım herşey vardı. Hem öyle sıkmadan. Jennifer Hudson haklı bir ödül almış, sonra Eddie Murphy'den tut da Danny Glover'a kadar her rol her oyuncunun üzerine tam oturmuş. Akşam arkadaşlar aradı, kordona gidelim diye. Biraver, 5 dost, kordon, tabiki dışarıda oturduk, muhabbetlerin en derinine daldık, körfezden çıktık. akşam yatağa nasıl gittiğimi hatırlamıyorum, yine hastalıktan yırttım diye geçirdim içimden.
pazar... küçük kaçamağın son günü... taze ekmekli zeytinyağlı kahvaltı, mis gibi çay... ilker kahvaltı sofrasından kendinden beklenmeyecek bir teklifte bulundu.. "yürüyüş yapalım sahilde" "neeee" tabi fikir değiştirmemesi için hemen hazırlandım, 9 km yürükdük, ilknurlarda soluklandık, bacak ağrıları elimizde eve döndük...

ilker maç izliyor, yemekler pişti, şimdi biraz bloglarda gezinme, can dostlara mail atma zamanı... ve mendil elimde, burnum şıp şıp, bu defa kesin hasta oluyorum...

23 Şubat 2008 Cumartesi

Tanrı Kent


yine bir film gecesi vardı dün. Bu defa her çift bir şişe kırmızı şarap getirdi, yeşil elmalarımızı dilimledik, kurulduk televizyon başına.
Bazen filmler daha önce izlediklerimizden oluyor ama olsun, bazı filmler defalarca izlense de bıkılmaz, aynı keyif her defasında aynı dozdadır. İşte "Tanrı Kent" bu filmlerden biri.
2002 yılının olay yaratan, yönetmenine haklı övgüler kazandıran bir film. Yönetmenin kurgu, içiçe geçmiş hikayeleri aktarmadaki başarısı tarif edilemez boyutlarda. Özellikle sonun başlangıcı olan ilk sahne - tavuğun kaçışı - hafızalardan kolay kolay silinmeyecek türden.
1960 larda başlayıp 1980 lere kadar süren Brezilya gettolarındaki çete savaşları, yaş sınırı tanımıyor. Çocuklar bırak ergenliği henüz 7-8 yaşlarında öldürmenin, hırsızlığın bilincine varıyorlar. Ve o gettonun çocuğu olup onlardan biri olmamaya çalışan zenci çocuğun gözünden, fotograf makinasından o hayatların hikayeleri dantel gibi işleniyor.
Haftabaşı Almanya macerasının üzerine, yığılmış işlerin yorgunluğu ve son olarak berbat bir cuma günü de eklenince cuma akşamından beklenti, haliyle yüksek oldu. Ama şarap, elma ve "Tanrı Kent" üçlüsü biraz da sohbet haftasonuna iyi bir başlangıç için yetti de arttı bile.
İzlemeyenlere şiddetle tavsiye...

3 Şubat 2008 Pazar

herkes yemek yapabilir!!


Ratatouille eğlenceli, keyifli, üstelik en iyi orijinal senaryo dalında oscar adayı! ve ödülü alması şiddetle muhtemel!! Hani diyorum ki "Blade Runner"a tepkileri hala devam eden, "Jacket"da konsantrasyonu sıfıra inen bazı arkadaşlar beğendi bu filmi. Demek ki muhteşem!!!
... ve film hakkında son söz : son zamanlarda tek oyunu yemek yapmak olan -teyzesine çekmiş- Duru ile birlikte mutlaka tekrar izlenecek.

Filmin çıkış noktası neymiş ? "Herkes yemek yapabilir!!" Elbette, yemek yapmaktan zevk almak suretiyle herkes yemek yapabilir, aksi halde pişirdikleri gıda maddesinden öteye geçmez.

yemek yapmanın zorunluluk olduğu haller de dahil olmak üzere her türlüsünden inanılmaz keyif alan bendeniz, yiyenlerin aldığı zevki izlemekten de garip bir haz duyarım. Hazır Ratatouille'un "Herkes yemek yapabilir!!" sloganını ilke edinmişken neden uğraştırıcı gibi görünen bir yemeğin kolay yapılışını paylaşmayayım ki?

Bu bir arasıcak aslında. Yani bir ziyafet veriyorsunuz, çorbanız ve de ana yemeğiniz tamam, bunların arasına sebzeli tavuklu krep servisi hoş bir süpriz olur!!!


Krebiydi, beşamel sosuydu, hep uğraştırıcı işler diye bu yemeği yapmaya üşenenlere, knorr un beşamel sosu ile Dr. Qetkerin krep karışımını şiddetle öneriririm.
Malzemeler:
- 2 kabak, 2 havuç, 400 gr mantar
- yarım haşlanmış tavuk göğüs
- Dr. Qetkerin krep karışımı
- 1 paket knorr beşamel sos
- kaşar peyniri rendesi

Hazırlanışı:
- Sebzeleri ince şeritler halinde doğrayalım. Mantarları dörde bölelim.
- Wok ta kızgın mısırözü yağında sebzeleri sotelerken, diğer tarafta krepi ve beşamel sosu hazırlayalım.
- Sebzeler sotelendikten sonra tiftilmiş tavuğu ve beşamel sosun yarısını ilave edelim.
- Bu arada diğer ocakta krepleri pişirelim.
- Karışımı kreplere bölüştürelim ve dürüm haline getirdikten sonra fırın kabına dizelim.
- Sosun kalanını kreplerin üzerine ilave edelim, sonrasında da rendelenmiş kaşarları.
- 200 C de önceden ısıtılmış fırında kaşarlar eriyene kadar pişirelim.

Şefin tavsiyesi : Ana yemek olarak tercih edilirse yanına mevsim salata yakışır.