anı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
anı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Eylül 2011 Cumartesi

Fuar süresince Alsancak'a gitmemenin akıllıcalığından bahsederken en uzak durulması gereken günü seçtiğimin farkında değildim tabii, bık bık ötüyordum.

21 Eylül 2011 Çarşamba

Yaşlandığını nasıl anlarsın? Vol.1

Bazen aynaya bakıyorum “allahım çok yaşlandım” diyorum bazen de “kızım deli misin, 33 yaş için hiç de fena değilsin” diye gülümsüyorum : )

Gerçi yaşlandığımı anlamam için aynaya bakmama gerek yok.

15 Eylül 2011 Perşembe

Kemeraltı

OSHO der ki;

"Zeki insanların tüm hayatları boyunca aklından çıkaramadığı şey, çocuğun deneyimleridir. Onu yeniden isterler; aynı masumiyet, aynı güzellik, aynı merak.

23 Ağustos 2011 Salı

Elegan şıklığın adresi "Yeliz dö bön bön"

Her sabah adet olduğu üzere apartmandan çıkmadan önce girişteki aynada kendime baktım. Günün kombini tasvirine girmeyeceğim. Aynadaki silüetime bön bön bakarken, hafta sonu cumartesi ekinde okuduğum bir yazı geldi aklıma.

Diyor ki dünyanın tartışmasız en iyi giyinen kadınları Fransızlardır. Hemen sıralamış sırlarını:

9 Ağustos 2011 Salı

Kelebek etkisi

“Ne sürüyorsun?” diye bence garip bir soru soran İlker’e “oje görmüyor musun?” dedim. “Rengi yok” dedi, ne gördüğünü söyledi evet cila sürüyordum sadece.

33 yaşıma geldim, üç (sayı ile 3) defa kırmızı veya renkli bir oje sürdüğüm görülmemiştir. En afili manikürüm Fransız olanıdır. Süse pek Fransız bir kadının kocasının da oje konusunda algıda seçiciliği olmaması çok doğal, niye garip bulduysam sorusunu : )

9 Haziran 2011 Perşembe

Büyüklere Masallar

Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde...

Uzak kasabanın birinde adetmiş, gelin olacak kızların çeyiz sandığına tohum konurmuş. Kırk sene önce bizim kızın payına da bir çiçek soğanı düşmüş. Yıllarca saklamış, çeyiz sandığının en tenhalarında.

Uzun yıllar sonra bir gün yazlığı olmuş bizim kızın. Beyaz saksılara bu çiçeği ekmiş, çiçek yerini pek sevmiş, hemencecik yarıvermiş toprağı. Narin incecik bir dalı çıkarmış topraktan, tek dal. Hem dal hem yaprak. Ucundan tomurcuğu çıkarmış, sonra da işte böyle pespembe açarmış. Daha doğrusu açması beklenirmiş.



Pek güzel gidiyor değil mi? Evet arızaya az kaldı.

Bizim gelin hanım, bir gün fark etmiş ki, bu yapraklar daha çiçek açmadan koparılıyor, bir de nispet yapar gibi yapraklar saksının içine bırakılıyor.

Kim yapar? Neden yapar? Acaba gözünü diken illa ki soğanından isteyen komşular mı yaptı? Kedi olsa niye uğraşsın incecik otla? Kim kim?

Acaba kendiliğinden mi dökülüyor? Hastalık mı geliyor çiçeğe?

Uzun süre böyle çiçek açmadan dökülmüş yaprakları.

Bir botanikçiye sormuşlar, botanikçi bilememiş ama öğrenmişler ki ZIPÇIKTI denen bu çiçekten artık pek yetişmiyor. Ayrık otu kılıklı çiçek iyiden iyiye kıymete binmiş.

Artık çiçekten iyice ümidi kesen hanım, günlerden bir gün iki kızından küçük, haylaz ve cadı kılıklı olanını görmüş saksının başında. Bizimki kıvırcık sarı kafasını gömmüş saksının içine itinayla yoluyor yaprakları. Hem ne yolmak!! Yolup yolup bırakıyor saksının içine.

Ellerini birbirine çırpıp temizlerken dönüyor kız, annesiyle burun buruna geliyorlar.

"Hah! ben de sana ne diyecektim! Babam görev verdi, bi tane ayrık otu kalmayacak bahçede dedi, ya bu saksıya bir ayrık otu dadanmış, yoluyorum yoluyorum çıkıyor. Söyle babama kendi yolsun bu ne be!"

Bu hikayenin üzerinden yirmi küsür sene geçmiş olmasına rağmen hala gülerler.

Gökten üç zıpçıktı soğanı düşmüş,
biri hikayeyi sabırla okuyanlara,
biri çeyiz yadigarına tekrar ve sonsuza kadar kavuşan gelin hanıma,
biri de ne zaman bu çiçeği görse; "ayrık otu gibi kardeşim ne bileyim ben, babam yol dedi, yoldum, daha da uğraşmam bahçenizle" diye çemkiren bana:)))

11 Mayıs 2011 Çarşamba

Baharat mevzuları

Baharatla ilk tanışmamı çok net hatırlyorum.

4-5 yaşlarındayım, sömestr tatili, her yıl olduğu gibi yine Akhisar’dayız. Her gün bir akrabaya ziyarete gidiyor annemler, biz de peşlerinden tabii ki. O yıllar annemin halası var, Pervin hala, tren yolunun yanı başında evi, oraya gitmeyi sevdiğimi hatırlıyorum. Tavuk pilav yapmış bize. Herkes pilavına karabiber ekiyor, ben de hengameden fırsat ekiyorum çaktırmadan. Amanın o pilav nasıl lezzetli oldu, tadı kokusu.. of! Hala da karabiberi tane kullanırım, kırt kırt ektin miydi, mis gibi kokar. Hem öyle küçükten çekmem, illa ki iri parçacık olacak.

Babamın midesi rahatsız olduğundan evde köfte bile baharatsız pişerdi. Annem acı sever, pek çok yemeğe pul biber eker. Mantıya nane ekilmez mesela.

Baharat yolculuğundaki lezzet durakları hep yurtta kaldığım üniversite yıllarına rastlar. Mantıya sumak nane ilk o yıllar ekilmiştir. Sonra Bulgur pilavını direkt acılı pişirmeler. Hiç unutmam, İkinci Bahar diye bir dizi vardı. Şener Şen öyle güzel kebaplar yapmıştı ki, canımız çekti, gecenin bir yarısı nerden kebap söyleyeceğiz, acılı bulgur pilavı ile nefsimizi köreltmiştik. Acı makarnaya da yakışır, arbiatta sosuyla az yakmadım milletin genzini. Öyle abartırdım ki benim pişirdiğim yemeğe kağıt mendille otururlardı. Ama pişmiş mis gibi yemek yurtta nerde bulacaksın, ne demişler yemek buldun mu ye, dayak buldun mu kaç!

İlk yıllardaki İstanbul turistik gezilerimizde Mısır çarşısına aşık olmuştum. Her tezgaha her baharata ayrı ayrı tapınmıştım.

Dönem içinde daha egzotik baharatlara ilgi duyar oldum. Örneği köri! Cadde-i Kebir diye bir café bar vardı İstaiklal’de, özel günlerimizde yemeğe giderdik İlkerle. Körili tavuğu ilk orada yemiştim, aşçısına detayları sormama ramak kalmıştı. Neyse sonra ben bu yemeği yurtta bile yaptım, kremayı kattın mı nasıl da yumuşacık olur o tavuklar! Köriyi tavuktan önce kızgın yağa atacaksın ki kokusu çıkacak önce köri kavrulacak.

Fesleğen ne özel bir ottur aslında. Ne nanedir ne kekik öyle acayip bir tat acayip bir kokudur. Ama ben napolitan soslu makarnaya illa ki kurusundan katarım, pişerken zinhar katılmaz, kararır, tencereyi ocaktan alınca katıvereceksin. Oh mis!!

Annem saksıda fesleğen yetiştirince bir tanesini kıstırdım kolumun altına getirdim eve, Pesto sos için lazım diyerekten. İki deneme şahaneydi, hala ağzım sulanır. Lakin bizim fesleğen pek sulanmamış, çöpü boylamıştı. Canımız sağ olsun.

Izgara kuzu etinin can dostu kimyon, gaz gidersin diye az konuk olmadı Arca’nın yenidoğan günlerine.

Tam yemek öncesi, usul usul yağan yağmuru seyrederken ofisin penceresinden, burnuma gelen yemek kokuları beni çok eskilere götürdü çookk:)

İmza: mutfağında uzun uzadıya vakit geçirmeyi özlemiş çalışan anne


görsel şu adresten

26 Nisan 2011 Salı

"İt Kuyruğu"ndan nerelere

Hiç unutmuyorum, bir gün babam elinde bir kitapla çıkageldi.

Aziz Nesin, “İt Kuyruğu”.

Biz ablamla o yıllar Aziz Nesin’in bütün kitaplarını okuyoruz, tapıyoruz o gümüş saçlı adama. Ben, pek Şeker portakalı gibi o yılların tüm çocuklarının okuduğu kitapları okumadım. Kitaplarla dostluğumun temelidir Aziz Nesin. Ablam bitirsin de ben de okuyayım diye gözünün içine bakardım.

Neyse babam imza gününe gitmiş, üşenmemiş sıraya girmiş, (normalde sıkıntıya gelemez) “Yeliz ve Yeşim” için imzalatmış.



Hayatımdaki ilk imzalı kitabım, hem de ilk hayranı olduğum yazarın kitabı. Ablamla yarışmıştık kim önce okuyacak diye. Hani yazar olunca el yazısı da güzel olacak gibi bir düşünce mi yerleşmiş ne, uzun uzun bakmıştım el yazısına.

Ben kitap dağıtan türüyüm, elimde kitap pek durmaz, illa ki birileri de okusun diye dağıtırım. Arkasını da aramam, kitaplık hep boştur. Ama o kitap hala durur, ara ara açıp Aziz Nesin’in el yazısına bakarım. Özeldir…

İzmir’de kitap fuarı vardı. İmza kuyruklarına girmeye niyetim yoktu sadece atmosferi koklamak istemiştim. Geçen hafta maaile yatak döşek yatarken İlknur arayıp bir şey istiyor musun fuardan dediğinde, kesinlikle gideceğimi söylemem bundandı.

Cumartesi aksilikler birbirini kovaladı ve yoğun programa sıkışamadı.

Bu arada istisnasız bütün gün Arca öksürdü. Burnu dolu, temizletmez… Gece bütün gece öksürmekten uyumaz, uyutmaz… Neden anlatıyorum? Çünkü Pazar günümüzün gelişi Cumartesi gecesinden belliydi.

Pazar sabahı o bütün gece uyumayan adam oymuş gibi keyifliydi. Hemen programı yaptık. Erkenden fuara gidiyoruz, Arca İlker ikilisi çimlerde debeleniyor, Yeliz kitap fuarını geziyor… Arca arıza çıkarıp 11:30’da öğle uykusuna yatınca Kitap Fuarı yalan oldu. İlker bana kıyamadı, şansımızı öğleden sonra denedik ama fuar girişi hınca hınç dolu. Ufaktan bir gösteri var, Arca protest bebek el çırparak eyleme katıldı.

Bir fuar girişine, bir de İlker ile Arca’nın o kapalı alana girmektense çimlerde koşmak isteyen ifadelerine baktım. Burnuma kitap kokusu geldi, aklıma o imzalı bir kitabın anısı düştü. Her kararımdan önce yaptığım gibi alt dudağımı dişledim,

“HADİ!!” dedim,

“Lunapark’a gidiyoruz! “



Çocukluk anılarımızı tazeledik. Arca çarpışan arabalara binmek için, İlker beni Kamikazeye bindirmek için yalvardı. Bense sadece birkaç kare fotoğraf çekmekle yetindim.

Çimlerde koştuk, kuşları kovaladık, Tea&Pot’a yürüdük.

Kitap fuarı içimde kalmadı desem yalan olur ama pişman olmadığım kesin : )

29 Mart 2011 Salı

Fotoğraf karesine sıkışmış anlar, anılar

Kapalı, değil mi hala?

Evden kontrol ediyorum, yok! DNS ayarlarıyla uğraşmadım, evden şirketin server'a bağlanınca blogger bile açılıyor. Demokrasilerde çareler...

Acayip yoğunum, İstanbul seyahatleri bana yaramıyor, bünyem alt üst! Dün gece Ezel'i izlerken ve sonrasında o garip yeni Türk filmine bakarken çalıştım. Birden yoğunluk birden bir hiç bir şeye yetişememe halleri. Gecenin ikisi olduğunu fark etmemişim bile.

Aslında bu aralar yazmak istediğim çok şey var.

Mesela Prima'nın aşı kampanyası. Hani üç beş kişi okur faydası olur diye blogger'ın açılmasını bekliyorum.

Sonra Ege'nin tatlı annesi Gamze'nin Arca'ya gönderdiği doğumgünü hediyelerini ve onun el emeği göz nuru çalışmalarını paylaşmak istiyorum. Ama daha çok insan okusun diye yine blogger'ın açılmasını bekliyorum.

Sonra bizim eltiler (Tea&Pot)meşhur oldular yav! Şenay Düdek köşesinde yazdı, televizyona bile çıktılar!!

Hatta Hülya'nın tükkan adres değiştiriyor!

Sahi hiç açılmayacak mı?

---------------------------------------------------------

Son günlerde özellikle fotoğraf çekmeyi unutur oldum.

Halbuki her karenin ne şahane bir kamera arkası var.

Bu misal… Arca’nın canı tost çekmişti. Biz tostu şu ocağın üzerine konan eski tip tost aleti ile hallederdik. Ama yıkanmaktan teflonları çıkmış, çöpü boyladı tabii. Yeni tost makinesi alaysa kadar zihni sinir proceler devrede! Pek de lezzetli oldu ki sormayın: ) Üstteki tavayı da başka bir ocakta ısıtıp öyle koyacaksın tostun üstüne!


Sonra bir gün Nazlılar bize uğradı. Biz Nazlı ile kestane hazırlıyoruz, çay demliyoruz mutfakta, İlkerler salonda sohbette. Arca ile Cansu’ya iki taraf da birbirinin baktığını sanıyor. Bir an bir boşluk hissediyoruz, hop Arca’nın odasında çıkıyor cüceler. Cansu yatağa tırmanmış, Arca bütün peluş oyuncakları Cansu’nun üzerine yığmış, hadi Arca öpsene Cansu’yu diyoruz. Bizimki kızın üzerine çullanıyor, Cansu yanağını uzatıyor ama bir taraftan da temkinli: “Beni napıyorsun? Beni napıyorsun?”


Bir başka zihni sinir proce! Hastaneyi evimiz gibi benimseyeceğiz ya, artık mokunu çıkardık. Bir çay demlemediğimiz kaldı diye geyik yaparken, İlker'in annesinin bu pratik çözümü günün konusu olmuştu. Frech press'te poşet çay demleme sanatı! Ya evet böyle normal hayatta epey sıradan görünüyor ama onaltı metrekarelik bir oda içinde hayat sürerken böyle nüanslar günü kurtarıyor:)

Kedi seven bir insan değilim. Ama yağmurlu bir günde semt postanesinin kapısındaki koli üzerine sığınmış kedileri görünce dayanamadım, sıradakilerin bana deli gözüyle baktığı bir anın anısı olarak kaldı. Pırtık Tekir ve Karpati... Ve böyle başladı onların hikayesi...

14 Şubat 2011 Pazartesi

Laf lafı açıyor

Şubat olmuş 14, benim yazıların bu ayki sayısı 12! Çok yazıyorum değil mi?

Birgün Hülya bana blogcuanneyi geçtin demişti, ne gülmüştüm. Sahi ne şahane yazar Elif, keyifle okunur. Bazen yazıları biriktirilip okunur. Benim son aylardaki bu yazıya sarmamın sebebi öyle “ilham kapıyı çaldı hadisesi”değil. Yazılara kaçıyorum, klavye ile ekran arasına sığınıyorum. Motivasyonsuzluğum baki, lakin enerjimi bir yere yönlendirmem gerek. Uzun lafın kısası; yazıyorum… Hem bu bloğun adının “günün çorbası” olmasının sebebi bu! Günlük yazılar, günlük çorbalar, aksi halde haftanın menüsü olurdu.

Bloğun adından bahsetmişken birkaç ay önce 150 TL’ye satın almak isteyen biri çıktı. Evet bu adresi satın almak istiyordu. İtiraf edeyim parasında değilim, tek derdim tüm yazıları başka bir yere taşıma zahmetiydi, kibarca teşekkür ettim.

Bir teşekkür de genel müdürüme. Telefonda travestiden hallice sesimi duyunca bir süre tanıyamadı, sonra da erken çıkmamı önerdi. Eve gidip dinlenmek için. Vücudumun dinleneceğine zerre kadar inansam bir dakika durmazdım, lakin Arca’nın peşimi bırakmayacağını biliyorum, oturup işlerimi bitirmeye karar verdim. Belli olmaz kafama eserse erken çıkıp kitapçılarda vakit öldürebilirim. Ne vakittir almaya karar veremediğim fotoğrafçılıkla ilgili birkaç kitabı incelerim belki, belli mi olur? Bazı kitaplar internetten alınmıyor, dokunmak lazım.

Sevgililer günü hediyesi gibi: ) Sevgililer günü deyince aklıma şahane bir anı geliyor. Yeni taşınmıştık İzmire. Arca’nın fikri bile düşmemiz aklımıza. Düşün düşün, özel bir şey mi yapsak derken ikimizin de canı kebap çekince Öz Urfa’ya gitmiştik. Hani değişiklik olsun diye de Narlıdere’dekini tercih etmiştik. Şahaneydi. Televizyonda maç vardı. Çoğunluk aileler gelmiş. Çocuklar koşturmaca oynuyor. Bir de piyanist şantör koymuşlar, ne eğlenmiştik. Çıkarken bir plastik kırmızı gonca gül ile kalp şeklinde bir balon tutuşturmuşlardı elime. Hem kebaba hem romantizme doymuştuk.

Romantizm deyince bizim balayı aklıma geldi. Elvanın babası o yıllar turizm bakanlığında genel müdür, hemen bize ucuz yollu bir balayı ayarladı sağ olsun. Düğünden sonra vakit yok, Çeşme’de birkaç gün geçirip doğru İstanbul’a gideceğiz. Sheraton o yıllar yeni açılmış, Arabayı kapıdaki çocuğa verdik, çocuk park etti, bavullarımızı getirdi. Biz resepsiyondayız. Diyoruz ki bizim adımıza bir oda ayırtılmış olmalı? Diyorlar yok. Israrlıyız, üstelik bakanlıktan ayarlanmış odamız, gerim gerim geriliyoruz. İş sarpa sarmaya başladı, Elvanın babasını aradık. “eski Turban değil mi orası?” evet burası, e tamam işte oradan ayırttım odanızı. İsim verir, Ahmet bey, otel müdürü, İlker’de hava force desen yanına yaklaşılmıyor, “çağırın Ahmet beyi görüşelim” diyoruz. Otel müdürü geliyor, telefonda Elvanın babası ile konuşuyor, Allahtan Ahmet beyi tanırmış, başka otelin müdürüymüş. Hehe bizim süngü düşüyor tabii. Meğer otelleri karıştırmışlar. Kös kös arabaya geri biniyoruz. Diğer otele gidiyoruz. Kapıdaki çocuk anahtarı istiyor, aman diyoruz dur bi emin olalım. Ahmet beyi soruyoruz çekine çekine, oh bu defa giriyoruz otele. Pek romantik başlamıştı balayımız. İstanbul’a gittiğimizde ağır soğuk algınlığı ile bir hafta yatmıştım. Belli ki Çeşmenin denizini Kasım ayında bizim romantizmimiz ısıtamamış.

Neyse geyiğin sohbetin lafın sonu yok, işler çok.

25 Ocak 2011 Salı

Alsancak İskelesinin önünde... yağmurda... şap şap yapan iki deli

Soğuk ve yağmurlu kış günlerini sevmezdim çocukken. Dışarı çıkamazsın, gezemezsin.

Babam evde tıkılı kalmayalım diye, Pazar öğleden sonra bizi alır dışarı çıkarırdı. Araba ile gezmeye: )

Boş caddelerde cama vuran yağmur damlalarını seyrederken Alsancak’a doğru yol alırdık. Arka koltukta oturmayı sevmezdim, annemle babamın koltuklarının arasına dizlerimi sıkıştırır (o yıllar bilinçsizmişiz, Arca böyle bir şey talep etse dizlerini kırarım:P), kıvırcık kafamı ikisinin kafasının arasına sokar durmadan konuşurdum.

Ablam tercihen sağ tarafta dışarısını izleyerek hayallere dalmış olurdu. Kordon’da tıngır mıngır ilerler, dönüşte İzmir sinemasının önünde park eder, sinemanın yanındaki meşhur salepçiden salep ısmarlardık. Küçücük su bardağı şeklinde ama hacmi çay bardağından hallice bardaklarda arabaya servis edilirdi. Arabanın içi mis gibi tarçın kokardı. Üflerken tarçınlar illa ki burnuma kaçardı ama keyfim asla kaçmazdı. İlginçtir bir süre sonra radyo illa ki bir maç yayınına dönerdi, saleplerimiz biter, dönüş yolunda maç dinleyerek Pazar gezmesini tamamlardık.

Fark ettiniz değil mi? Asla arabadan inmemişiz: ) Yağmurda çocuk sokakta dolaşır mı? Dolaşırsa illa ki araba ile dolaşır: )

Bu Pazar…

İlker önceki geceden beri aşerdiği cheesecake talebini sonunda itiraf etti. Ciddi değil sandım, yoo çok ciddiydi. Gecenin üçünde canımız hamburger çektiğinde üşenmeden Alsancak’a giden bir çift olduğumuz için talebi çok yadırgamadım sadece hani güya yediklerimize dikkat ediyoruz ya, lahana turşusu ilişkisini kurmaya çabaladım, o da çok değil birkaç saniye: )

Arca’nın güzellik uykusundan uyanmasını bekledik sabırsızlıkla. İtiraf ediyorum, öpme bahanesiyle dürtmüş bile olabilirim. Kimse beni suçlayamaz, o cheesecake’ten yememiş hiç kimse suçlayamaz!

Arca’nın ısrarla defalarca dinlettiği şarkılar eşliğinde Alsancak’a gittik. Dinlemek yetmiyor, bir de eşlik edeceksin!

Tam iskelenin oraya döndük, yağmur bastırdı. İlker Baks’a girdi, sonra yanımıza gelip hazırlanmasının 15 dakikayı bulacağını söyledi. Otur otur sıkılmışım, Arca’yı ayarttım indik arabadan.

İlker içerde kahvesini yudumlaya dursun...

Evet Alsancak iskelesinin önünde, yağan yağmurun altında, su birikintilerinde kahkahalarla şap şap yapan ve donumuza kadar ıslanan iki deli bizdik!

Yedek alt? Vardı canım!! Ama çorap unutmuşuz, çıplak ayaklarını eve dönünceye kadar elimde ısıttım, biri ısınınca “bunuuu” diye öbürünü uzattı.

Evet biraz üşüdük ama benim de çocukluğumda içimde kalan “Kordon’da yağmur altında şap şap yapmak” konulu uhde böylelikle huzura ererek gökyüzüne yükseldi…

18 Ocak 2011 Salı

Eşeğimi buldum!!! yeayyyy!!

Arca’nın Mike Tyson günüydü, en son kareler o günden kalma…

Akşama doğru markete gittik, dönüşte hava kararmıştı ve gözlüğümü çıkarıp sırt çantasının suluk gözüne tıktığımı hatırlıyorum. Sonrası malum, elektriklerin kesilmesi ile başlayan uğursuzluk Arca’nın düşmesi ve gözü morartması ile devam etti, bitti sandıydık. Bitmemiş, gözlüğüm de kayıp!

Bu kadar dağınık bir insan olmama rağmen gözlük kaybetme huyum yoktur. Hala lisedeki güneş gözlüğüm durur, Arca takıyor. Üniversite yıllarında aldığım gözlüğüm ise yazlıkta, denize giderken takarım. Ama bu 3 numara çok özeldi benim için. Çok para vermiştim, o bi kenara , çok aradım taradım. İlker’le internetleri araştırdık. Çok gözlükçüye girdik çıktık.

Neden kastık bu kadar? Çünkü;
1. Suratımın göz kısmı küçük, her gözlük olmuyor
2. Hem büyük hem de arı maya gibi göstermeyecek gözlük bulmak zordu o yıllar (2007)
3. O kadar para vermeyi bünyemin sindirmesi için zamana ihtiyaç vardı

Yaklaşık 3 ay süren bir fizibilite çalışmasının ardından inanılmaz bir pazarlıkla kavuştum bu gözlüklere. Çok emek var üzerinde, sapı kırıldığında, henüz garanti kapsamındayken 30 gün yolunu gözlemiştim, yani işin manevi kısmı çok ağır basıyor.

İzmir güneşli memleket, yaz kış güneş gözlüğü ihtiyaç, özellikle benim gibi hassas gözleriniz varsa ve araba kullanırken gözlüksüz yapamayanlardansanız.

Evi dip köşe aradım, Ümit ablaya sordum, ilknura sordum o akşam belki onlarda bıraktım diye, yok! Arabanın altını üstüne getirdim, dellenip dellenip ara ara evi alt üst ettim. YOK!! O kadar eminim ki gözlüğümü kaybetmediğimden! İlker kalk gözlük alalım der, ben yok o çıkacak bir yerden asla gözlük almam derim. Gözlerim güneşten yaşarır yine de gidip almam. Arabada liseden kalma gözlüklerimi kullanırım, yine de almam.

Sonra düşündüm, dedim ki uyduruk bir gözlük alayım, nasıl olsa bir yerden çıkacak. İki gözlüğüm olur, hem o kadar para da vermemiş olurum. İlker kör mü olacaksın diye karşı çıktı. En az 3 haftalık debelenmenin ardından en son Pazar günü pes ettim. Hala “hiç yapmam ama herhalde markette filan unuttum” diyorum.

Sabahtan Agora’ya gittik. Arca nasıl huysuz. Kelimeler kifayetsiz kalıyor. Belli ki yorgun uykusu var.

Puset HAYIM! Yürümek HAYIM! Kucak İVİT!

Ama anne kucağı olacak da yavrum oldun 14 kilo ben nasıl dolaşayım seninle? İlker hiç tasvip etmediğim rüşvet yöntemi ile Arca’yı kucağına almayı başardı. Gözlükçüye girdim, fazla yayılmaya niyetim yok, zira Arca her an kriz çıkarabilir. Satıcı “sırt çantanızı çıkarın rahat edersiniz” diye öneride bulundu, hiç adetim olmadığı üzere çemkirdim “rahatım böyle” diye azarladım adamı.

Uzun süren tak çıkar seremonisinin ardından hiçbir gözlük gözüme olmadı. Üstelik İlkerin fikrine şiddetle ihtiyaç duyuyorum, ama o Arca’yı oyalıyor. Zaten almak da istemiyorum ya her şey bahane. Arca’nın uykusu geldi, yok zaten burada hiç çeşit yok, yok yok fiyat çok yüksek (1000 TL telaffuz edildi, tansiyonum düştü)… Çıktım, vazgeçtim.

Bir taraftan da ömrü hayatımda ilk defa gözlük kaybettiğimi kabul ediyorum ama hala içimde bir şeyler o güzlüğün bir yerlerden çıkacağını söylüyor. Tama sus diyorum o sese, unuttun işte, uzatma, sakin sakin araştırıp uygun bir gözlük bulacağız!

Bu sabah…

Arca uyanmış, opotüsü ile oynuyor, işe gitmek için hazırlanıyorum. Bir anda ilahi bir gücün eli değdi sanki her şeyi hatırlamaya başladım.

Evet bir çantanın yan gözüne tıkmıştım gözlüğü ama sırt çantasına değil, önce oraya tıkmıştım ama sonra Arca’nın suluğunu koyarız buraya deyip çıkarmıştım. O an elime geçirdiğim fotoğraf makinasının yan gözü gözüme güvenli gözükmüştü ve oraya koymuştum.

Hemen çantaya uzandım, yan gözü açtım, işte ORDA!!!

Sabah 8 itibari ile çığlık kıyamet!! İlker koştu, taşkın sevinç gösterilerime sükunetle gülümsedi, belki milyonuncu defa “Allahım ben bu kadını nerden buldum!” diye kendi kendine sordu.

Arca önce anlamadı sonra baktı ortamda neşe var, hemen dahil oldu. Neşeli Günler filminin dağlardaki sahnesindeyiz şimdi…

Do.. bir külah dondurmaaaa
Re… masmavi bir dereeee
Hayat bir müzikal, lay lay lay….

Neye sevineceğimi bilemedim? Bulduğuma mı, dünya para vermek zorunda olmadığıma mı, tekrar gözlük aramak için kazandığım zamana mı,” ben demiştim işte kaybetmem ben gözlük” cümlesini kurabileceğime mi???

Nasreddin Hoca’nın kulakları çınlasın.

4 Ocak 2011 Salı

Hani bize dün Agora'da "merhaba" diyen...

Anne ve tatlı minik var ya...

Okuyorsanız teşekkürler, sizi kanlı canlı tanıdığıma çok sevindim:)

Damdan düşer gibi oldu, hikayeyi başa saralım.

Arca hala yazın aldığımız spor ayakkabılarını giyiyor.

Hayır utanmıyorum!

İçi yumuşak ve sıcak tutan cinsinden, üstelik Arca’nın ayakları hala 22,5 numara, eh ayakkabı desen taş gibi, üstüne İzmir’in bitmek bilmeyen ılıman sonbaharı eklenince Ocak ayı geldi biz hala bot tarzı bir ayakkabı almadık.

Hani burun hafiften dayanmasa kışı çıkarttıracağım ama soğuk yağmur çamur, dedik ki tasarrufun b.kunu çıkarmayalım.

Hafta sonları sevmiyorum alışveriş merkezlerini. Daha doğrusu sadece sabah seviyorum. Çalışanlarla birlikte açılış yapıp öğlen 12 dedin mi kaçacaksın AVM’den. Bırak Arcayla gitmeyi yalnızken bile daral geliyor. Bu hafta sabahları totomuzu kaldıramayınca pazartesi akşamına kaldı. Hızlıca yemek yedik, Arca’yı giydirdik, İlknur’u da kaptığımız gibi doğru Agora’ya. Güzel oldu bence, bomboştu, sakindi, Arca motor takmış gibi oradan oraya koştu. Akşamları da gidilebilir.

Önceden gözümüze kestirdiğimiz ayakkabıcıda indirim var. Ballı lokma tatlısı: ) O mu olsun bu mu olsun bakarken, birisi Arca’yı tanıdı, dahası ismimi söyledi ve hatta ötesi burasını okuyormuş!!

Çok salaklaştım. Yok ciddi salaklaştım. Ya biliyorum tabii yorum yazanlar, karşılıklı mesajlaştığımız dostlar oluyor. Çok eski dostlarımı, blog yazarı arkadaşlarımı saymıyorum bile. Ara sıra Nurturia’ya link verdiğimde okuyanlar da oluyor. Elbette birileri okuyor. Sanal ortamda birbirimizle tanıştığımız, yazıştığımız anneler oldu. Sonradan gerçek hayatlarımıza girdik birbirimizin dost olduk (Özge canım:)) Ama hiç beklemediğim bir anda böyle bir diyalog üstelik kanlı canlı karşımda bir anne ve tatlı kızını görmek çok salaklaştırdı beni. O anki şaşkınlığımı tarif edecek başka bir kelime varsa çekinmeden söylesin yoksa ömür boyu sussun: )

İnsanın bir hobisinin (evet yazmak benim hobim! boş zamanlarımızı sadece tiyatroya sinemaya giderek, kitap okuyarak, bisiklete binerek değerlendirecek değiliz, benim gibi arıza tipler yazarak da gönlünü eğleyebiliyor) başkalarına dokunabilme şansı vermesi çok ama çok özel bir şey.

Bu arada yanaklarım al al olmuş, salak salak sırıtarak dükkandan çıktığımızda, kıl İlker’in “sen bizi artık tanımazsın” geyiğini huzurlarınızda bir defa daha esefle kınıyorum.

Sonra o dükkana dönüp ayakkabı aldık Arca’ya, ilk baktığımız kahverenginin mavi-gri renklisini. Rahatmış, öyle diyor: )

21 Aralık 2010 Salı

Geçmiş zaman olur ki

Hamarat insanlara çok özeniyorum. Hani her şeyi kendi yapan, eline her iş yakışan insanlar vardır. Bir poşetten bir oyuncak bebek yapabilir böyleleri. Annem böyledir mesela.

Konfeksiyonun bugünkü kadar kolay ulaşılabilir ve ucuz olmadığı yıllarda bütün kıyafetlerimizi annem dikerdi.

Dikiş, çocukluğumun en güzel anılarından biridir.

Annemin çok güzel dikiş dikmesinden midir yoksa dikiş malzemelerinin her daim ortalıkta olmasından mıdır bilinmez, çocukken terzi olmak isterdim. Annem Burda dergilerinin bütün sayılarını alır, içindeki patron kağıtlarından kalıplar çıkarırdı. Eski sabunları atmaz, kumaşı bu sabunlarla çizerdi. En çok da Duru elmalı yeşil sabun! Salonun geniş yerinde oturur, kumaşa ilk makası vurmadan hemen önce beni çağırırdı, “ oturma odasından koşarak gel” derdi. Çocukluğun heyecanı ile uzun koridoru patır kütür koştururdum. Mutlaka boynuna sarılırdım. “Ay tamam dur makas var elimde” değişmeyen cümle. Koşar gelirsem dikişin hızlıca biteceğine inanırdı(k).
Ben çok küçükken Singer dikiş makinası vardı annemin, altı dolap olanlardan, içine girip saklanırdım.

İşte bu resimdeki gibi…



Kumaşı iğnesinin altından geçirip sedefli beyaz ojeli parmaklarıyla iki tarafından gerdirdiği geliyor gözümün önüne, gözümü kırpmadan seyrederdim. Hep bir dikiş makinem olsun istemiştim. Parmaklarımı anneminki gibi iki tarafında çeke çeke tutturayım kumaşımı, makine bızt diye diksin.

O zamanlar cadde üzerinde olan Nokta kırtasiyesi, oyuncak da satardı. Nicedir vitrinden bakıştığım bir dikiş makinası vardı. Hem pilli hem de kollu. Minicik pembe beyaz. bayram harçlarımı biriktirmiş, üzerine de annemler eklemişti, kalbim küt küt, alıp eve gelmiştik. O zamana kadar elle yaptığım makine dikişini artık makinemle yapabilecektim, Allahım ne mutluluk. Annem ne zaman dikiş tezgahını kursa, ben de kendi malzemelerimi dökerdim. Saatlerce dikiş diktiğimi hatırlıyorum. Öyle tasarım harikaları değil tabii ki, oyuncak bebeğin annemin artan kumaşları üzerine yatırılarak çıkarılmış kalıplardan elbiseler, etekler. Keserken bez bebeğimin kolunu kesmişim, hadi bir dikiş de ona.

Terzilik çocukluk hayali olarak kaldı. Sonraları lisedeyken annemle şahane elbiseler, bluzlar diktiğimizi hatırlıyorum. Tabii o dikerdi ama ben de onunla Kemeraltı’na iner Tatarlar’dan Hacılar’dan köşedeki parça kumaşçıdan kumaş seçerdim. Sağda solda gördüğüm modelleri anlatırdım, annem yine Burda dergilerinden çıkardığı kalıplarla uydurur, dikerdi. Defalarca prova defalarca oynama, kurcalama. Çok keyifli günlerdi.

Sonra sonra hazır giyim ucuzladı, dikmek külfet gelmeye başladı anneme. En son ablama hamile kıyafetleri diktiğini hatırlıyorum. Öyle bıkmış ki dikmekten şimdilerde dikiş desen “aman pazarda 3 kuruşa alasını alıyorum, ne gereği var, o kadar zaman harcamanın” der. Belki de ben odadan koşup gelmiyorum ya artık tadı kalmamıştır dikişin:)

O zamanlardan kalma bir alışkanlıkla, alışverişe çıkmadan önce dergi karıştırırım, satın alacağım kıyafetleri önce kafamda giydiririm kendime. Sonra butikteki tezgahtarlara anlatırım, şurası şöyle burası böyle diye. Genelde anlamazlar, başka bir şeyler önerirler. Kabinde denediğim kıyafetlerin hemen hiç biri aklımdakiyle örtüşmez, pek çok defa elim boş dönerim.

Alışveriş dönüşü İlker ne aldığımı sorar, çoğu zaman "hiç" derim, nasıl bir şey aradığımı anlatırım, "hadi" der "nerde gördüysen gidip alalım". Alamayız ki kafamın içinde gördüm ben o kıyafeti.

Geçende alışverişe gittiğimde yine bu geldi aklıma, keşke annem gibi derdimi anlatabildiğim bir terzi olsa elimin altında, istediğim elbiseleri anlatabileyim, istediğim kumaşları birlikte seçelim, sonra dikelim. Ya da keşke vaktim, becerim, sabrım olsa, kendim diksem eski günlerdeki gibi.

8 Aralık 2010 Çarşamba

Yelek : 5 TL / İttaiye : 15 TL / uykuda üşüme ve uykuya dalma sorunlarına çözüm : PAHA BİÇİLEMEZ


Adım gibi biliyorum sabaha karşı üşüyor.

Geçenlerde gece zıçması yaşadığımız gece biz üşüdük, o nasıl üşümesin! Sonra başka bir geceydi, direkt sordum, üşüyor musun diye, evet dedi en kocamanından! Ama iş üstünü örtmeye geldi mi yaygarayı basıyor.

Uyku tulumu da sevmiyor. Hadi o geçen yıl mothercare’den aldığımız ayaklı tulum şeklinde olanlardan alalım deneyelim desem, evin içi ilk yatırdığımızda çok sıcak oluyor, çok terleyecek, sonradan giydireyim desen o tulumları giydirmek meşakkatli iş. Termal atlet ve uzun kollu içlik ile hafiften sorunu çözer gibiydik ama gel gör ki önümüz kış, geceler şimdiden buz.

Birkaç ay önceydi, Salı pazarından Arca’ya penye yelekler almıştım, bu fotoğraftakini de hani kış günleri iyice soğuk olur, evde giysin diye almıştım, mevsim normallerine bir türlü inmeyen hava şartları yüzünden daha giymemişti. Bolca büyükçe bir yelek, çift taraflı içi de hafiften dolgulu gibi, kısacası epey sıcak tutan cinsinden.

Birkaç gece önceydi, ilk uyandığında giydirdim, oh ondan sonra sabaha kadar uyanmadı, sonraki geceler de denedim, oh iyi sırtı göğsü sıcacık ayaklara da çorap giydiriyorum, tamamdır, sorun çözüldü!

Poz ver deyince “ittaiye” arabasını almak istedi, çünkü bu yeleğin adı ittaiyeci yeleği, yeleği sevsin diye uydurduğum bir formül.

Bu postu bu küçük alışveriş tüyosu ile bitirecektim ama o itfaiye arabası mevzusuyla ilgili hikayeyi anlatmam lazım.

Arca’ya önceki bayram halası köpükler çıkaran bir itfaiye arabası almıştı. Hatta Özge’nin geldiği buluşmada bütün çocuklar ilgi göstermişti. Arca o aracı o kadar çok seviyordu ki aracın ömrü Kurban bayramını görmeye yetmedi, çöpün dibini boyladı.

Unuttu sanmıştık, taa ki çiftlik yapbozunu Nilda’nın taşıtlar yapbozu ile değiştirene kadar. “ittaiye, ittaiye” diye tutturdu. Bir daha bulmak bir tarafa almak istemiyoruz artık, sonuçta haşin oynadı, kırdı, kendisi çöpe attı.

Bu arada çok önceleri Arca bir kamyonu çok beğenmiş ve İlker almış ama o kadar kalitesiz ki daha paketini açarken kırılacak belli, benim arabada duruyordu, bir vakit bulup değiştirecektik. Vakit bulamadık.

O hasta olduğunun cumartesi günü evdeyiz, öğle uykusu için aslında ölüyor ama bir türlü uyumak istemiyor, rüyanda ne göreceksin diyorum, “ittaiye” diyor. Artık kararlıyım, dayanamıyorum, uyusun İlkeri arayacağım gelirken itfaiye arabası getirsin.

İlker uyutmak üzere olduğumu bildiğinden ama detaylardan habersiz anahtarı olmayınca kapıya bırakmış paketleri ve bu kamyonu, sonra da arabayı yıkatmaya götürmüş. Beni aradı, haber vermek için. Arca uyudu sandım, telefona baktım, baktım pıtı pıtı arkamda, konuşurken gayri ihtiyari kapıyı açtım, Arca sevinçten uçtu!!

İTTAİYE İTTAİYE!

O kadar sinirliyim ki 2 saatlik uyutma çabalarım yandı bitti kül oldu artık ittaiye bile söndüremez!!

Paketi açtı, salondaki araba pistine konuşlandı, tamam dedim sen oyna ben şimdi geliyorum. Gidip yatak odasına gömdüm kafamı yastığa bildiğin bağırıyorum, anırıyorum, sesim duyulmuyor, oh rahatladım (manyak anne profili takdimimdir).

Baktım salonda oynuyor, nasıl saf bu abuk kamyonu itfaiye arabası sanmış, iyice inanmış, itfaiye sesleri çıkarıyor. Hadi annecim gel uyuyalım artık, itfaiye arabası da gelsin beraber uyuyun diyorum, uyuyorlar. Ama plastiği filan öyle kötü ki dalınca alıyorum elinden.

1,5 saat sonra uyanıyor ve sesleniyor, İTTAİYE!!

22 Kasım 2010 Pazartesi

Arca ilk defa ...

Hayatımın en güzel tatiliydi! Detaylara girmeyeceğim, özetle... aile, arkadaşlar, Elvan, pastırma yazı, dinlenme, Arca, Arca, Arca ...

Ne çok ilkler yaşadı!

Sincap gördü.

Kahvaltıya gidelim demek bizim için Gizli Bahçeye gidelim demek. Çok hızlı bir servisi ve nefis kahvaltısı var. Asırlık ağaçları, Atatürk’ün kahve içtiği tarihi kamelyayı ve şanslıysanız – ki biz şanslıydık - ağaçlarda sincapları görebilirsiniz. Zamanı ise dalından mandalina toplayabilir, toplayan köylüleri seyredebilirsiniz. Arca’nın deliksiz uyuduğu ve geç kalktığı tek gecenin sabahında, hazır Elvancım da bizimleyken ve hava muhteşemken kahvaltıya gitmeye karar verdik. Arca genelde sabahın köründe kalktığı için kahvaltı organizasyonuna ancak ara öğünü denk gelirdi, bu defa bizimle kahvaltı etti. Bak bu da bir ilk : )

...................................................................

Dut kurusu yedi, hem de Cansu’nun elinden!!

Bizim ara öğün zulamızda kayi (kayısı) ve üyum (üzüm) vardı, onlarınkinde dut. Arca yemeye, Cansu yedirmeye bayıldı.

...................................................................

Çizgi film izledi. Mickey Playhouse! Ve aşık oldu. Bayram harçlıkları ile Mickey ve Donald oyuncakları satın aldı. Onlarla uyudu, onlarla yemek yedi, onlara yemek yedirdi, onlarla gezdi, mıçtı… “hey bilgili!” demeyi öğrendi. Bittiğinde hüngür hüngür ağladı, teselliyi yine oyuncaklarında buldu. (evet daha bu yaşta o çarkın içine biz de girdik, ha ben10 ha kayyu - mu ne - ha mickey? hiç farkı yok, sadece çizgi filmi izlemekle kalmıyorsun oyuncağını da alıyorsun. Zaten hediye gelmiş mickeyli nevresim takımımız vardı, şimdi tam oldu! bakalım daha neler göreceğiz!)

...................................................................

Birkaç saniyeliğine de olsa televizyona çıktı.

Çok güzel dostlar edinmemizi sağlayan Nurturia ailesinin Kanal D ana haber bültenindeki tanıtımında video lazımdı, Damlaya göndermiştim, birazında görünüyor. Hehe celebrity anası oldum yav!!

...................................................................

Tavşan gördü, hatta peşinden koştu, düştü, yılmadı bir daha koştu.

...................................................................

Ve son olarak at sevdi ve bindi!
Pazar günü iki saatlik öğle uykusunu almış ve dinlenmiş olarak yemeğini yedi ve atları görmek için yola çıktık. Falabella’da Cansularla buluştuk.

İşte atlarla Arca’nın öyküsü…


Önce heyecanla ama sakin sakin yaklaştı, “bin! Bin!” diye talebini dile getirdi. Açık konuşayım biz sevebileceğine bile ihtimal vermedik.


Kafasını çitlere dayayıp uzun uzun seyretti. Ortamı kokladı.

Arada çimlerde koşturup oynadı. Sonra yine atlar geldi aklına, önce babasının kucağındayken sonra da kendi başına sevdi, okşadı.



Yine tutturdu “bin! Bin!” diye, “emin misin?” dedik, “EMİN!” dedi ve bindi!! 3 tur attı. Öyle mutluydu ki… Sabah çok özlediği Ümit teyzesine anlatıyordu “at! Bin! Dıgıdık!”

8 Ekim 2010 Cuma

KUABİYE!!

Yüksek müsaadenizle çocukluğuma ineceğim…

Akşamüzeri okuldan dönmüşüm, merdivenleri ikişer ikişer çıkarken burnuma inceden tuzlu kurabiye kokusu geliyor. Kapıyı annem açıyor, palto bi tarafa çanta bi tarafa atılıyor. (Hala da gelir gelmez atarım bunları) Ellerimi yıkadığım sahneyi hatırlamıyorum bile. Bi taraftan yıldız, ay, maça şeklindeki susamlı tuzluların bensiz yapılmasına gıcık oluyorum bi taraftan çaylı keki görünce tüm gıcıklığımı üzerimden atıyorum. Yumuluyorum ikramlara çaya… Komşular bizim eve pastane derdi o vakitler… Çay saati illa ki yenecek bişeyler olurdu. İkramın olmadığı nadir zamanlarda petibör bisküvi eksik olmazdı. Hala demli çay kokusunu duyduğumda petibör bisküvi tadı gelir damağıma.

Çocukluğumun tozlu sayfalarında bu sahne hiç unutulmaz. Yazık ki ben böyle bir anne olamayacağım. Dışarıda çalıştığım için ancak akşam yemeğine yetiştiğime sevineceğim. Yok, sebep o değil… Yemeğin her türlüsünü beceririm de iş kurabiyeye geldi mi ya da keke, çuvallarım. Oysa Arca’ya anne kurabiyesi, keki pişirebilmeyi çok isterdim. En azından ekmek yapabilmeyi… Arca’ya ne “bilmem ne yatağında levrek bilmem ne” yapmışım. Çocuk dediğin anne kurabiyesi sever. Geçende IKEA’ya gittiğimde boy boy kek kurabiye kalıplarını görünce elim gitti yine, sonra dedim ki yapmıyorsun, beceremiyorsun, neyine alacaksın. Gerisin geri bıraktım. Ümit teyzesi alasını yapıyor. Arca iyice dillenince “anne bana ümit teyzemin kurabiyesinden yap” diyecek, ben yine ölçülerine riayet etmeyeceğim, derken “ümit teyzenin kurabiyesi” olacak “at kafana delsin kurabiyesi” : )

Ve bir gün Arca büyüyecek… “Annem çok kafa kadındı, çok eğlenirdik ama bi kurabiye yapmayı beceremezdi” diyecek çocukluğuna indiğinde… Benimki gibi mis kokulu anıları olmayacak. En iyi ihtimalle kahkahalarımızı hatırlayacak, danslarımızı, tepişmelerimizi, belki birlikte yemek yapışımızı, kitaplara dalışımızı, göz göze sohbetlerimizi… Eh hiç yoktan iyidir:)