2 Aralık 2016 Cuma

Umut

Neyin nereden aklına ne getireceği belli olmuyor. Bir şey okuyorsun ve birkaç cümlesi sana farklı bir taraftan bakmanı sağlayacak bir fikir veriyor.

Blogcu anne Elif’in ÇıtırÇıtır Felsefe serisinin yazarı ile yaptığı söyleşiyi okuyordum. Okuyordum çünkü – tamam öncelikle Elif’in yazdıklarını hep okumaya çalışırım sonra – bu serinin ilk kitabını geçen sene almıştım Arca’ya fakat pek heyecanlanmamıştı, yani acaba yaş mı acaba neden şeklindeki sorularıma cevap alabileceğimi ve yazarı tanıyabileceğimi umdum. Seriye tekrar ilgi duymamı sağlayan başka bir şey de Arca’nın televizyon izlerken “felsefe nedir?” diye sorması oldu, zamanı gelmiş miydi acaba?

Hayata dair olguları küçük yaştan itibaren kavranmasına çok önem veriyorum, zira şimdiden düşünen özgür bireyler olmalarına bu kavramanın bir zemin oluşturacağına inanıyorum. Umut işte…

Umut bu aralar, fakirin bile ekmeği değil. Umut bu aralar aslanın ağzında adeta.

Her yerde bir yakınma herkeste bir belirsizlik, umutsuzluk, önüm arkam sağım solum. 

Sabah İlker’i aradım, sesi çok fena. Hayırdır? Ne olacak, malzeme almaya çıktığında girdiği her dükkandan her sohbetten morali bozulmuş. Toplumsal kaygı tavan, diyor, haklı.

Hafta başında Çinlilere anlatıyordum, bu ülke öyle bir ülke ki, sabahına hangi kötü haberle uyanacağımızı bilmiyoruz, bildiğimiz tek şey haberlerin kötü olacağı, umutla bakamıyoruz ki, geleceğimize.

Umut bizden gitmiş.

Elif’in söyleşisinde Brigitte Labbé umut için şöyle diyor:

Umut kelimesine takılmayı çok sevmiyorum. Çünkü umut devamlı geleceğe odaklanmayı gerektirir ve seni ‘şimdi’den koparır. Siyasiler hep şu mesajı yerleştirmeye çalışırlar bizlerin aklına: ”Bu dünyada yaşanan sorunlar öyle büyük ve çözümler biz sıradan vatandaşların erişiminin öyle dışında ki, bunu ancak bizler çözebiliriz.” Ve bu yüzden, çocuklarımıza vermemiz gereken en önemli mesaj şu: Bizi aşan büyüklükte bir sorun yoktur, çünkü dünyada sorunların çözümü ve dönüşümler hep mikro ölçekteki eylemlerle gelir.

Bazen özellikle umudumuzu yitirdiğimizde kronik bir yakınma hali de üzerimize çullanır, ağır bir gocuk gibi bir türlü üzerimizden atamayız. Hatta alışkanlık olur, yakınmadığımızda normalin dışına çıkmış gibi hissederiz kendimizi, gerçeklikten ve gerçekçilikten uzak hissederiz.

Sürekli yakınma halinin, umutsuzluğun hayatımızın her alanında bizi ele geçirdiğini ve neşemizi bizden çaldığını fark edemeyiz.

Pazar günü okulun Noel kermesi için kurabiye pişirmem gerekiyor. Üstelik ulvi bir amaç için, Behçet Uz Çocuk hastanesine gidecek tüm gelir. Geçen yıl hiç yakınmamıştım mesela ama şimdi “ay benim kermese bile gitmeye niyetim yoktu” cümlesi ile başladım, sonra “cumartesi evi mi temizleyeyim, çarşafları mı değiştireyim, ablama mı gideyim, kurabiye mi pişireyim, bu kadar işin altından nasıl kalkayım, annemleri de özledim” ile yakınmalara devam ettim. Dahası Havva ablayı güç bela temizlik için ayarladığıma bile sevinemedim, ay şimdi dünya kadar para vereceğiz. Bizim erkek egemen fakülte sakinlerinin bir lafı vardır “ne e… ne g…” derler, neyse şimdi hiç oraya girmeyeyim siz boşlukları doldurun, benim ruh halim o hesap.

Demem o ki, bunun gibi mikro şikayetlerin bile sebebi aslında büyük resme baktığımızda gördüğümüz toplumsal kaygı, umutsuzluk, güvensizlik. Bak mesela devletin başındaki adam dolarınızı bozdurun diyor, dolar düşecek sanırsın değil mi? Fakat tam tersi etki yaratıyor, rekorun da rekoru kırılıyor, resmen dalga geçiyor. Kime güveneceksin?

Oysa, Brigitte Labbé ‘nin de dediği gibi, geleceğe çok da kafa takmamalı belki de. “şimdi”den kopmamalı (gerçi bizim ülkemizin "şimdi"si bile boktan ya neyse!). 

Değiştiremeyeceğimiz büyüklükteki sorunlara önce kendi adımıza alabileceğimiz mikro ölçekte kimi aksiyonlarla yaklaşsak ve dönüşümü kendimizden başlatsak?


Nasıl mı? Bilmiyorum. Bilen varsa beri gelsin.

Hiç yorum yok: