22 Aralık 2016 Perşembe

"Arca oğlum senin annen bir salaktı" Vol.24

Arca okumaya başladı beridir, bu seriyi refleks olarak sınırlandırdığımı fark ettim. Halbuki benim salaklıklarım sınır ötesi. (Birazdan anlatacağım) Ve benim salaklıklarımı okumasına gerek yok evladımın, zira bizzat şahit oluyor (onu da anlatacağım) ama gel gör ki anasıyım, atsan atılmaz satsan satılmaz. (Şimdi Arca bu cümleyi okuyor olsa, Letgo ile satılır derdi, ıyyy neyse ki benden aldığı tek kötü özellik salaklığım değil, espride yeteneksizliğim)

Parantezler yazıda arttı mı anla ki, gevezeliğim üzerimde. Okumaya niyetlenenlerin işi zor fakat bu yazıda en azından küçük bir kahkaha vaat ediyorum, pişman olmayacaksınız.
Arca, epeydir satranç meraklısı. Anaokuldayken de öğretiyorlardı bunlara. Şahane bir şey. Benim satrançla ilk imtihanım da aynı yaşlara rastlar. Annemin ilkokul öğretmeni Leman Öğretmen, Allah rahmet eylesin, tam bir Cumhuriyet öğretmeniydi. Akhisar’da hemen herkes birbirinin akrabası ya, sanırım onunla akrabalığımız var, zira İzmir’de oğlu ve ailesiyle yaşarken sık sık ailecek görüşürdük.

Bu görüşmelerimizde beni mutlaka kucağına oturtur, bana sorular sorar, benimle sohbet ederdi. Çok gururlanırdım. Leman Öğretmenimin ikiz torunları vardı, Uygar ve Fuat abiler. Onlar da bana satranç öğretmeye çalışmışlar, fakat muvaffakiyet gösterememişlerdi. Aslında onlar değil de, ben:) Eskilere gidince benim dil Sabahattin Ali’ye çalıyor, günümüze dönelim. İlk imtihandaki başarısızlığımdan olsa gerek, bana satranç hep ağır gelmiştir. Uzattım ama olay bu yani.

Arca’ya aldığımız satranç kitaplarını da okudum, masallı kitap, yok tin tin. Tabii ki herkes her şeyi bilecek diye bir şey yok, satrancı da babasıyla oynasınlar. Bu arada işin peşini de bırakmıyorum hani, geçenlerde Arca’dan özel ders aldım, fena da öğretmiyor kerata.

Neyse uzadı yine, ne diyordum? Arca’lar anaokulundan beri satrançla haşır neşir. Geçen sene bir gün elimize bir izin kağıdı geçti. Amanın, satranç turnuvası, önceki haftaymış, kaçırmışız! Peh çocuğu kayıt ettirmemişiz gitmemişiz. Bir işimiz de yok hani, bütün gün evde yaydıydık. Salaklığımıza doymayalım. (yazıya konu salaklıklarımın birincisi) Öğretmeni bizdeki müthiş(!) ilgiyi fark edince bu yıl formu imzalatmakla kalmadı, mesaj da attı sağ olsun.

Pazar sabah soluğu turnuvada aldık, diyoruz ki, öğlene kadar biter. Nerde? Akşama kadar sürdü. Merdivenlerde çöktük bekliyoruz. Ulen bizim cüce de bir türlü çıkmıyor iyi mi? Kasparov musun mübarek alt tarafı karşında senin yaşıtın bir çocuk, bitiriver işte. Meğer turnuva ya, dört maç yapacaklar ya, hep aynı çocukla oynanacak sanıyormuş, iki maç üst üste yapmış. (Salaklık anadan oğula geçen bir yetenektir:))

Neyse ki bir daha aynı salaklığı yapmadı da daha çabuk çıktı maçlardan. Fakat akşama doğru benim pil yavaştan bitmeye başladı. En son öğretmen evinin kantininde oturacak yer bakınırken bir de baktık, bizim mahallenin mandıracısı Necati abi. “Gelin böyle oturun, ben hanımı çocuğu kursa bırakıp geleceğim, bizimki de turnuvada, çantasını bırakayım” Oh be götümüz koltuk gördü.

Oturduk. Bir ara İlker turnuvanın yapıldığı salona çıktı, ben kılımı kıpırdatmadım. Gürbüz bir oğlan yanıma geldi. “Abla burada oturan aile nereye gitti? Bu çantanın sahipleri?” Benim aklımda kız kalmış, bayağı oğlan bu, neyse çabuk toparladım.

“Sen bizim Necati abinin oğlu musun? Gitti onlar gelecekler”
"Hah tamam" dedi, "kursa gitmişlerdir", çöktü yanıma, elindeki torbadan ha boyna badem tıkınıyor. Muhabbete başladık. 2007’liymiş, ama nasıl bilgili çocuk, bayıldım, bayağı koca insanlar gibi sohbet ediyoruz. Bizim oğlan iki sene sonra sanmam ki bu çocuk gibi olgun olsun.

Birkaç dakika sonra Arca’lar geldi. Tanıştılar. Bizimki yenilmiş bir kıza (oh olsun, önceki maçta başka bir kız çocuğunu ağlatmıştı, Allahsız, beter olsun). Yağız abisi buna kol kanat gerdi hemen. Muhabbete gel:
Yağız: Abicim sen hangi açılışları biliyorsun? İtalyan açılışı mı?
Ben (atlıyorum, espri yapacağım aklım sıra): Ben İspanyol.
Yağız: Ben de.
(Hasss… İspanyol açılışı diye bir şey varmış. Yazıya konu salaklıklarımın ikincisi:/)

Arca bir şey yememekte ve sınıf arkadaşlarıyla dışarıda top oynamakta diretiyor, Yağız imdadımıza yetişiyor.

Yağız: Al biraz badem ye, aklın çalışsın. Son maça biraz dinlendir kendini, koşar oynarsan beynin de yorulur, olmaz. Dörtte üç yaparsan iyi olur, rakipler gittikçe zorlaşıyor.

Arca kaçırır mı, tıkınıyor bademleri.

Yağız devam ediyor: Sen bizim dükkana gel, bana alo desin babam, gelirim, maç yaparız.
Ben (niyeyse bir muhabbetin içinde olma güdüsü, kendime engel olamıyorum): A ne güzel, sizin o hani boşluk var berberin önünde orada mı maç yapacaksınız? Arca da çok güzel futbol oynuyor.
İlker kolumu dürttü: Satranç maçı Yeliz.
(Yazıya konu salaklıklarımın üçüncüsü:/)

Arca, artık benden utanmış olacak, döndü arkasını, Yağız’la hamle muhabbeti yapıyorlar. Ben muhabbetten direkt dışlandım. Ay çok da umurumdaydı. Daha da oralı olmadım.

Ahım tutmuş olacak, Arca son maçı da rakibe verdi. Dört maçtan sadece ikisini kazanabildi. Fakat son derece mutluydu, hayatının en güzel günlerinden biriymiş, öyle dedi.

Bence de güzeldi.

Kantinde aralarda bile yanında getirdiği satranç takımlarıyla veya bilgisayarda çalışan çocuklar vardı. Koridorlarda “bilmem ne hamlesi yap, çık, hadi göreyim seni” diye çocuğunu gaza getiren veliler vardı. Ve yenildiği için salya sümük ağlayan çocuklar… Güzeldi çünkü Arca yenilmesine rağmen çok eğlendi. Önemli olan da bu. Yani anlamıyorum satrançtan ama anladığım bir şey var ki, o da satranç kaybetmenin değil, oynarken eğlenmenin önemli olduğunu bizim oğlana öğretmiş.

Hala okuyanlar için bir de bonus salaklık var. Efendim şimdi bendeniz kendimce yurtdışında iş fırsatlarını araştırıyorum ya, benim ecnebi memleketlerdeki arkadaşlara da durumu çıtlatmıştım, biri sağ olsun, bir görüşme ayarladı. Google hangouts’tan görüşeceğiz, randevumuz kesinleştirildi. Ay hiç de hayatımda böyle video üzerinden iş görüşmesi yapmamıştım, nasıldır, nasıl yapılır araştırıyorum.

Arka plan profesyonel görünsün diyorlar, normal iş görüşmesine nasıl gidiyorsan öyle giyin diyorlar, hatta sadece kafan görünecek sanıp üstüne gömlek ceket altına pijama giymeyesin sakın, ayağa kalkman gerekir, bak işte o zaman vay haline diyorlar.

Ben de hepsini harfiyen uyguluyorum. Hatta iki bilgisayarı hazır ediyorum, birinde Skype var berikinde Google hangouts. Akşamdan ses video, arka plan nasıl görünüyor, hepsinin ayarı yapıldı. İlker Arca’nın dağınık kitaplığı görünmesin dedi, DVD raflarına yönelttik kamerayı. Daha profesyonel. Sabah çok erken görüşeceğiz. Önceki gece tam yatacağım, sular kesilmiş, peh! Korkunç saçlarımla o videodan benim suratımı gören gerisin geri kaçar! Bütün gece ne halt edeceğim diye düşündüm. Saçları toplasan toplanmaz, yeni kestirdim, papaz gibiyim. Fön olmaz kuaföre git gel katiyen yetişemem. Aman damacana suyla yıkayıveririm dedim de, su bitti bitecek! Ay ne edeceğim? 

Sabah oldu su yok. Yaklaşık yarım saat türlü saç şekillendiricileri ile balta girmemiş orman saçlarımı ıslah etmeye çalıştım. Takımımı da giydim, hazırım. Yazıştık, arıyorum, dedi. Zır. Video değilmiş, Telefon görüşmesiymiş puhahahahah. Salaksın Yeliz süzme salaksın.

Not: Bu arada görüşme de iğrenç geçti. Ben mimiklerini de kullanan birisiyim, telefonda dikkatim dağılıyor, göz teması kuramadığım zaman rahatsız oluyorum. Ya da sebep tamamen benim salaklığım da olabilir tabii:)








2 yorum:

Adsız dedi ki...

Yeliz bi dahaki turnuvaya giderken haber et de geleyim (bu seferkini ben de unutmuşum imzalı kagıda ragman :))),böylece sadece Arca değil sen de eğlenirsin benim zalaklıkları dinleyince.
öperim en şapşik halini...
Burcu

Adsız dedi ki...

sonuna kadar okudumm :) adile