30 Eylül 2013 Pazartesi

Gudubet misin arkadaş!

Boğaz ağrısı şikayeti ile uyandığımda saatler 04:45’i göstermekteydi. Her parça iş için bir zaman dilimi belirlerim ben. Bir birim genelde 5 dakikaya denk düşer. Tuvalet vs işleri iki birim, giyinmek bir birim, eşyaları son kontrol bir birim ve beş birime dönüşmemesi için Arca’nın gıdısından öpücük yerine koklama işlemi bir birim.
Ve taksi gelir.

İstanbul’a ilk uçak iyidir, mesai saatine yetişirsin, üstelik lensini takar, makyajını yapar, iyice ayılır ve hatta arkadaşını beklerken havaalanında kahvaltı bile yapabilirsin. Akşama doğru iyice bünyemi düşüren üst solunum yolları şikayetleri dışında toplantı fena değildi. İngilizce bilmeyen yaşlı bir Alman – neden bilmem, yaşlı Almanların hemen hiçbiri İngilizce bilmez – ve Almancayı ikinci kurdan terk genç (:P) Türk’ün workshop’u ne kadar “fena değil” olabilirse o kadar.
Akşam usulen yenen yemeğin ardından kendimi Elvan’a nasıl attığımı bilmiyorum. O seyahat yorgunu ben hasta, çaydanlığın dibini vurduk. Muhabbeti fazlaca uzatmış olacağız, Elvan sabah uyanamamıştı. Ve ben o ikinci güne bu aksilikle başlanmasını bir işaret olarak hiç düşünmemiştim.
Sabah beni ofise bırakacak taksicinin dünyanın gelmiş geçmiş en kötü, en nemrut, en sevimsiz, en geçimsiz, en kaba taksi şoförü olması bile günün geri kalanından nasıl nefret edeceğime bir sinyaldi halbuki.
Ben taksicinin insan olanını seviyorum arkadaş! Vallahi yolu bilmesin, sabahın köründe ter koksun, ne bileyim sigara filan içsin sallamam. Bak önceki gece beni Bostancı’dan Elvan’a götürecek olan taksici yolu bilmiyordu ama akşamın o vakti neşesi yerinde keyifli bir amcaydı. Ne yaptık ne ettik bulduk evi.
Sabahın tazeliğine yakışmayan diğeri önce gideceğim yeri beğenmedi, sonra yolları kalabalık buldu (ulen trafiğe bok atacaksan ya sabahın sekizinde taksiye çıkmayacaksın, ya da gidip Seferihisar’da filan taksicilik yapacaksın). Çekine çekine “fiş veriyor musunuz” diye sordum, tükürür gibi “veririz veririz”i yapıştırdı. Sabahlardan tek nefret eden manyak benim sanıyordum. Benden beteri varmış. Ulen İlker beddua mı ettin ne ettin be!
Defalarca kırmızıda geçti, başkalarının yolunu gasp etti ve hatta arabanın birini sıkıştırdı. Sıkıştırdığı şoför bu dallamanın önüne kırdı. Trafiği durdurdu, indi, geldi bizimkinin yanına. Kavga kıyamet. Ama var ya sabah şekeri taksici sen bir tırs! Ah ulen dayılanaydı da yumruğu suratına yiyeydi diye düşünmedim değil. Zira dayaksız sonlanınca hadise, bunun ibiği kızardı yine, bilmediğim sokaklardan girerken bana çemkirdi. Ama yok, biliyorum artık, hötleyince tırsıyor, tırsmasa da umrumda değil yav resmen gerildim, “aa yardımcı olmaya çalışıyorum ne bağırıyorsunuz” diye çıkıştım. Neyse ki bizim merkezin önündeydik de yemedi benimle hırlaşmak.
Bitti mi sandın, yanıldın bacım, her şey yeni başlıyordu.
Güzelce toplantı odasında yerimizi aldık. Çalışmanın ikinci günü, hayırlısıyla bitireceğiz, işlerimi kolaylaştıracak masum bir workshop’un kariyerimin sonu olma ihtimalini barındırdığını henüz bilmiyorum. Ulen kağıt üstünde şahane görünen şeyler uygulamada patlıyor! Yok annem var bir şey ama çözemiyoruz, mümkün değil! Besmelesiz mi başladık, ne ettik bilmiyorum var bir gudubetlik!
Tam o sırada bir tebligat ulaştı, acilen beş sene öncenin işleyişi ile ilgili toplantı. Aklım workshop’taki sorunda bedenim diğer toplantıda. Dedim ki burnum iyice tıkalı, kuvvetle muhtemel nefes alamadığımdan beynime yeterli oksijen gitmiyor. Almana sen bana ver her şeyi ben çalışacağım dedim. Verdi ama küçük bir detayı unutmuş, üzerinde çalışabilmem için yetkiyi. Şahane! Hayır bir de adamın başka bir toplantısı çıktı, üstelik de tatile çıkacak yani oturup üzerinde çalışamayacağım bile. Tamam, çalışmayayım da rafa da kaldıramıyorum be kardeşim, çözmem lazım, kafayı yerim ben. Sonuç iyi olsun kötü olsun ama bir sonuç olsun.
Bunlarla kafayı yerken baktım uçak saati gelmek üzere. Atladık arabaya bastık gaza, ama bir taraftan da sohbet ede ede gidiyoruz, yolun filan farkında değiliz. Aaa havalimanı çıkışı! Olsun dedi arkadaşım başka bir yer var oradan gideriz. Git git , Kocaeli İl sınırı tabelasını görür gibi oldum hop tansiyonum fırladı. Otobanın karşı tarafına geçtik geçmesine de trafik yoğun bu tarafta, tam iş çıkışı saati. Yav sen nasıl bir günsün arkadaş! Bir bit be gözünü seveyim!
Ucu ucuna havaalanına girdik, indim, abovvv telefon arabada kaldı, koşarsın topuklularla. Hayır telefon dert değil diyeceğim de uçuş kartım telefonda be hay ben! Neyse aldım, girdim, sıra var malum, son anda uçağa yetiştim. Günün tek tatlı anısı uçakta okuyabildiğim kitaptı. Kitap o kadar dokundu ki, hastalığımı, yorgunluğumu ve hatta “ulen biz nerde hata ettik be” diye beynimi kemiren iş sorunlarını bile unutturdu. Kitap? Tabii ki anlatacağım ama sonra:)

2 yorum:

laleninbahcesi dedi ki...

Şimdi korkuyom ,kitap neydi:))
Şaka bi yana, artık İstanbul taksicilerinin hepsi böyle...Hepsini derdest edip Haymana ovasına sürsünler...Orada boş boş , kendi kendilerine dolanıp dursunlar. Yakına gidersin surat beş karış,uzağa gidersin trafik var...Evine gidelim anasını satayım... Bak bu konuda çok yaralıyım.

Neyse kitap iyiymiş bari...

Asortik Krep dedi ki...

Yaşlı Almanlar İngilizce bilir ama eskiden İngiltere ile savaştıkları için asla İngilizce konuşmazlar.Gençler aynı bizimkiler gibi hatırlayamadıkları tarih onlar için tarih değil..